1980 yılının Ekim ayıydı ve ben ortaokul 2
sınıf öğrencisiydim. Sonbahar akşamlarının erken çöktüğü o gün basit ucube
sınıfımız anlamsız cebre boğulmuşken kapı pat diye açıldı. Müdür Muavini
Güdük Hasan girdi ilkin içeriye. Arkasından yırtık-sökük, kara önlüklü, kirden
kararmış, önlük rengine çalmış yakası ile kirli, dağınık, kısa saçlı bir
kız. Hasan cebirci Gaddar Bekir’e;
-Yeni öğrenci “Mualla”
dedi.
Saatlerdir mola vermeden savaşan askerlerin yorgunluğuyla küçük
sınıfımızın öğrencileri ohh dercesine geriye yaslandılar. Öyle ya X ler Y ler
anlamsızca saldırırken çatışma birden kesilmiş ve herkes soluklanma fırsatı
bulmuştu.
Küçük bir sınıftık. O zamanlar İngilizce’nin önemi artmış
kimse çocuğunun Fransızca dil eğitimi almasını istemediği için biz Fransızca dil
eğitimi alanlar sınıfı 12 kişide kalmıştık. Koca sınıfta hiçbir zaman 12 kişi
olmazdık. Ben dahil 7 kişiyi sınıf zor tamamlardır.
Bir nefeste soluklanan sınıf gelen yeni öğrenciyi alaylı alaylı
süzüyordu. Gelen de belli ki Gaddar Bekir’i tanımıyordu. Gözleriyle gülümsedi.
Yüzü acılarla doluydu. Büyük acılar. Önce oda bizi süzdü. Sonra sadece bekledi.
Kendinden emindi. Ama hiç konuşmuyordu. Bekir;
-Otur
dedi.
Kız tereddüt etmeden bana yöneldi. Koskoca sınıf boş sıralarla
doluydu. Üstelik kimsede ikili oturmuyordu. Yer verdim. Oturdu. Susuzluktan kırılmış
toprak gibi elleri çatlak çatlaktı. Gaddar Bekir sordu;
-Adın ne senin?
Kısık, biraz utangaç biraz mahzun ama içten bir sesle;
-“Mualla” dedi. Arkasından anlamsız bir hıçkırıkla ağlama
başladı. Ders sonuna kadar ağladı. Bekir evine git dediyse de o son derse kadar
çıkmadı.
Mualla o günden sonra benim dışımda hemen hemen hiç kimse ile
konuşmadı. Nedendir bilinmez yanımdan da ayrılmadı. Herkes benimle alay ediyor ve
zavallı kızın bana aşık olduğunu söylüyorlardı. Utanıyordum ama yerimi de
değiştirmiyordum.
Ödev yapmazdı Mualla. Gaddar Bekir takmıştı ona. Bekir çok
acımasızdı. Sınıfımızda kız erkek ayırt etmez ödev yapmayanları sille tokat
döverdi. Her seferinde bak Ali’yi örnek al. Çalış biraz diye beni örnek gösterir
ama yinede yapacağından geri kalmazdı.
Bir gün Mualla ya her seferinde dayak yemektense benim ödevime bakıp
bir şeyler yazmasını söyledim. O güne kadar kimseyle değil ödevimi günahımı dahi
paylaşmamıştım. Mualla reddetmedi. Her gün öğlen yarım saat erken gelir
ödevlerini bana bakarak ta olsa yapardı. Benimle bile çok konuşmaz sadece güzel
şeyleri anlatırdı. Mualla artık ders de çalışır olmuştu. Saçlarını tarar,
önlüğünü ve yakasını tertemiz ayrı bir çantada okula getirir, öğlen arası
kızlar tuvaletinde giyinir, okul çıkışı da üşenmeden üzerini tekrar değiştirir
alelacele okuldan uzaklaşırdı.
O akşam ders çıkışı Mualla’yı izlemeye karar verdim. Doğruca
ana yola koştu. Uzunca bir yürüyüş sonunda Elf kavşağı dediğimiz dörtlü
ışıklı kavşağa gelince çantasını göbekteki direğin altına koydu. Merakla ne
yapacağını izliyordum. Çantasından birkaç selpak çıkarttı. Işığın kırmızı
ya dönüştüğü tarafta biriken arabalara koşuyor elindeki mendilleri satmaya
çalışıyordu. Bunu yapan onlarca sokak çocuğu görmüştüm ama hiç birinde Mualla
da gördüğüm asalet ve gurur yoktu. Mualla gerçekten çok farklıydı. Bir gün bile
bana ailesini hayatını anlatmamıştı. Sadece üstelediğimde “Söylenecek sözlerin
bittiği yerde ortada gücün kalır.” derdi. Bana felsefeyi, hayatı sevdirmişti.
Muallaya olan sevgim o günden sonra bir başka artmıştı.
Ah elleri!. Soğukatan çatlak çatlak olmuş elleri. Gün olur sızım
sızım kanardı. Mualla'ya çatlak çatlak olan elleri için evden aldığım arkoyu
verdim. Almak istemedi. Ama ısrarlarımada karşı koymadı. Sıcak suyla yıkayıp sonra
ellerine sürmesini istedim. Günler Mualla’yı pamuk pamuk elleriyle, ay parçası
yüzü ve küt kesilmiş hilal saçlarıyla sınıfımızın birkaç kızından hatta
okuldakilerden bile güzel hale getirdi. Mualla artık tam bir güzel olmuştu.
Acıyı paylaşmayı öğrendim. Gaddar Bekir’in dersi vardı ve o
gün Mualla çok geç gelmişti. Üzerini değişip sınıfa Bekir’den önce girmesi
anlık zaman farkından ibaretti ve Mualla hala derin derin soluyordu. Ödevlerimize bakan
Bekir Mualla’nın boş defterine anlamlı anlamlı baktı. Bir şeyleri yakalamış
olmanın mutluluğuyla;
-Biliyordum dedi. Biliyordum. Sen ödevlerini Ali’den alıyorsun.
Geç kaldın ve alamadın.
Mualla titriyordu ve kalbinin sesi kulaklarımda. Bekir’in kalkan
elini bilinçsizce yakaladım. Şimşekler çaktı. Kışın karanlığı sınıfı
boğdu. Fırtına öncesinin sessizliği ile taş kesildi her şey. Zaman durdu. Hiç
kimse den çıt çıkmıyordu. Nefesler tutulmuş kanlı düellonun bilinen makus sonu
bekleniyordu. Duyduğum kendi kalbimin sesiydi. Yerinden fırlayacakmış gibi atıyor,
aklım, sınıf, her yer bir gidip bir geliyordu. Ne kadar zaman sonra bilmiyorum.
-Hocaysan haddini bil. Bende ödev yapmadım. diyebildim. Ne kadar
bağırmışsam içeriye telaşla Güdük Hasan girdi.
Ben ağlıyordum. Bekir de öyle. Mualla, oda. Üstelik ilk geldiği
gün ki gibi içten, umarsız. Hiç kalbiniz sızladı mı? Göğsünüzün orta yerinden
kızgın şişin yakıp geçtiği o ince acıyı hissetiniz mi? Mutlaka bir yerlerde
hissetmiş olmalısınız. İlk idareye gidişim. Birisinden yediğim ilk tokat. Güdük
Hasan anlamsızca vurmuştu. Ona da haykırdım. Okula gelen polis ile ilk tanışmamdı.
Babama verdiğim ilk hesaptı. O gün her şey ilkti benim için. İlk defa isyandı
yanlışlığa. Polislerde vurmuştu. Ben ne yapmıştım. Neden durmadan adımı,
babamı, annemi soruyorlardı. Bekir şikâyetçiyim diyordu. Hasan da öyle. Ben
susuyordum. Mualla benim yüzümden diye ağlıyordu. O ödevini yaptı. Kabahat benim.
O gün geç saatlerde çıkabildik polis karakolundan. Beni babam
aldı. Mualla’yı çam yarması, varile benzeyen pis şişman bir adam.
-Bu sokak orospusu burayı da mı karıştırdı? Efendim.
diyerek ellerini ovuşturan pis bir adam.
Ertesi gün sınıfta Mualla yoktu. Daha ertesi günde gelmedi.
Arkadaşlar idarenin onu sabah devresine aldığını söylediler. Mualla beni görmeye
hiç gelmedi. Bir akşam onu elf kavşağında bekledim. Karanlıkta saçları yine
dağınık, üzeri pis ama gözleri ışıl ışıldı.
Konuşamadan arkamda beliren o büyük oğlan hiddetle saldırdı.
-Demek bizim fahişenin zengin züppesi arkadaşı sensin!...
Yediğim tokatla yere düşmüştüm. Kalktığımda önümde beni
korumaya çalışan Mualla çocukla boğuşuyordu. Oğlanın elini havaya kaldırmasıyla
parlayan bıçak ve arkasından Mualla’nın feryadı. Trafik allak bullaktı. Mualla
yerde ve oğlan kaçmıştı. Kanıyordu. Ellerine dokunduğumda ilk ıslak rüyamı
gördüğüm Mualla’nın kanayan karnına elimi bastırdım. “Acıda, mutlulukta
kafanda olur.” derdi. Tanrım normal bir zamanda bir kez dokunabilsem dediğim
Mualla’nın karına ellerimi bastırmıştım. Yardım edin diye haykırırken
bunları düşünebilmek. Kendimden utanıyordum. Arabalar kornalarına basıp
yanımızdan dikkatlice geçiyorlardı. Ama biri bile durmuyordu. Neden sonra Polisler
geldi. Mualla’yı hastaneye götürürken gözleri soluk ışıkta hiç görmediğim
kadar mutlu parlıyordu. Konuşmuyordu. Soğuk elleri bileğimde. Zorla ayırdılar.
Polisler, anlamsız dayaklar.
-Kim yapan?
-???
Bilmiyorum cevabı polisleri daha da hiddetlendiriyordu. Bir zaman
sonra babam aldı. Hiç konuşmadık. Bir hafta okula gitmedim. Mualla’nın
öldüğünü öğrendiğim gün cebir sınavı vardı. Umursamadım. İlk verdiğim boş
kâğıttı.
O günden sonra Bekir’i ve cebiri hiç sevmedim. Bekir de hiç
kimseyi dövmedi. Zaten o yaz döneminde emekli oldu. Babam “Ne yaptıysa bu çocuğu
Bekir böyle yaptı.” dedi durdu. Bende Bekir’e kızdım. Ama Mualla’yı aldığı
için.
Mualla’yı sevdim. Bana sevgiyi öğretti. Uğruna ölmeyi öğretti.
Erkekliği değilse bile yiğitliği öğretti. Kimse beni onun gibi sevmedi. Bende
kimseyi onun gibi sevmedim. Zor zar bitirdiğim ortaokuldan sonra kazandığım Askeri
Okul a giderken her şeyi o küçük yerde bıraktım.
“Söylenecek sözlerin bittiği yerde ortada gücün kalır.” O
gün bu gündür aklımda kalan tek sözcük.